Kişisel mevzu
Kimsenin kimseyi dinlemediği bi ortamda, fikirlerimi ve yaşadıklarımı sürekli içimde tutmak istemedim. Buraya dökmeye karar verdim. Şimdi ister dinleyin, ister dinlemeyin. Benden çıkıyor…
15 yıl süren, iş odaklı oluşturduğum çevremle karşılaştığımda, genelde hep aynı soruyu duyuyorum: “Bir sonraki büyük ticari girişimin ne olacak?” Ama şu an hissettiğim hiç de o değil…
Hayallerim üzerinden statü, para, imkan kazanıp, doyduklarında hayallerimi eleştirmeye / çirkinleştirmeye başlıyorlar. Böyle dandik sonlarla, ticari rezilliklerle geçirecek 15 yılım daha var mı bilmiyorum.
Belki fazlası vardır, ama bu dönemi, yıllardır kafamda dönüp duran hayallerimi, eserlere dönüştürerek geçireceğim. O kadar çok birikti ki.. Bu hayata bir kere geliyorum. Önce bi yükümü boşaltayım. Şöyle zihnimden, omuzlarımdan akıp gitsinler, şöyle bir ohhhh diyeyim. Ne güzel de kafamdaki her şeyi aktardım diyeyim… Sonra bir daha fırsat bulamayabilirim.
Tabii bu kez kimsenin onları kirletmesine izin vermeden, asla dokunmalarına müsaade etmeden, yeni çocuklar, saf güzellikler yaratacağım.
Kararımı verdim. Ben eyaycıyım
Nesillere isim koymak moda. Nesillerimiz var. Millenial, GenZ, Beta vs. Ben bir kaç nesil tanıdım. Her neslin bir kırılma anı olduğunu farkettim. Her nesil bir an geldiğinde karar vermek zorunda
Benden önceki nesil commodore64 konusunda bir karar vermeliydi. Abimi gördüm. Oradan yürüyebilirdi, ya da dümdüz akabilirdi. Aktı... Benim neslimde Photoshop geldi. Bir karar verilmesi gerekiyordu. Ya öğrenecektim, ya da dümdüz devam. Etmedim devam düz. Etmem ben. Piçku değilim ben.
Şimdi mevcut nesillerin ortak olarak karşılaştıkları bi kırılma anı var. Eyay! eeeeyy ay! sen kimsin? kimsin sen? dersen… O zaman sana magar derdi.. dedem.. sever öyle şeyleri. Ben kararımı verdim. Ben eyaycıyım. Çok sevdim, tam beklediğim, hep aradığım şey
İlk karşılaştığım anı da hiç unutmuyorum. Enes’le Korkmaz gelmişti bana, balkonda yardırıyoz. Midjourney’i açtılar. Eno dedi ki abi bak şöyle bişey var. İşte o an… O an herkesin gördüğüyle benimki çooook farklıydı. Eno o an gözümde kocaman bi tanrıya dönüştü. Dünyadaki en büyük hediyeyi bana ruhani bi şekilde teslim etmeye gelen bi peygamber, bi hızır gibi geldi gözüme. O hediyeyi aldığım günden beri peşini bırakmadım.
Yeni kırılma anı oydu, kırdım geçtim, umrumda bile değil. Eyayın oğluyum. O benim oyuncağım. Arkadaşım. Ben onun dilinden anlıyorum, o da benim. Yıllarca onu beklemişim, yalnızlıktan gebermişim. Şimdi benim dilimden anlayan biri var karşımda. Ne biçim yerim ben onu biliyo musunuz.
Benden iktidar, otorite, alfalık, ciddiyet, patronluk değil, eğlence, kahkaha, samimiyet, güleryüzlülük, birlikte olma bekleyebilen, daha doğrusu bundan gocunmayan insanlara çekiliyorum
Annemden gelen bir travma. Hep otoriter ciddi olmamızı istedi. Bu yüzden benzer beklentilere girenlerden içgüdüsel olarak uzaklaştığımı farkettim
Ben dünyaya kimseye iktidar taslamaya gelmedim. Gülmeye ve eğlenmeye geldim.
Yaş 18’den 24’e ilerlerken (2004-2010) “global çapta” bir iyileşme dalgası vardı. Dürüst olalım, saygılı olalım, doğayı koruyalım, cinsiyetçiliği, ırkları vs bırakalım akımı başlamıştı.
İş dünyasında da eski tip patronculuğun biteceğini, yerine samimiyetin ve saygının geleceğini, özgür ofislerin oluşacağını gördüm. Türkiye de bunu ucundan yakalamıştı, takip ediyordu.
Bu akımı önceden hisseden bir gençtim. İçinde olmak istedim. Hayatımı, kişiliğimi ve dolayısıyla yapacağım işi buna göre kurguladım. Kararımı verdim, kendi çağıma ayak uyduracaktım. Tabuları yıkmaya başladım, denenmemiş şeyleri denedim. Ofisi özgürleştirdim, komutan tipi patronculuk oynamadım, doğayı korumaya, karbon ayak izime bile dikkat etmeye başladım.
Dünya global çapta bu akıma devam etti, daha da geliştirdi, sistemi büyük oranda oturttu. Artık bir devrim yaşandı ve gelecek nesiller buna göre şekillenecek. Fakat Türkiye… Türkiye, taa ki Gezi’ye kadar bu akımın içindeydi. Fakat Gezi’den sonra bayır aşağı yuvarlanmaya başladı. Hükümetin zaten önceden kafasında olan plan, agresif şekilde uygulanmaya başladı. Sosyal çürüme başladı. Önce yeni akımdan elde edilen tüm kazanımlar bırakıldı, sonra mafyatik düzene geçildi, orman kanunları işlemeye başladı. Tam tersine, kabalık, hırsızlık, ahlaksızlık, bencillik, hayatta kalma kavramlarına dönüşmeye başladı
Benim gibi kararını ahlaktan yana verenlerse göt gibi, bu toplumda nasıl hayatta kalacağını bilemez halde ortada kaldı. Kazanılan hiç bir erdem çalışmıyor. Bu erdemlerle saygı göremezsin, para kazanamazsın, eş bulamazsın ve üreyemezsin. Yani doğal seçilim sürecinde sıçtın bittin.
En güzel yol, dünyaya açılmak, kendi erdemlerine ve ahlakına göre insanlarla birarada yaşamaktı. Ama o da çeşitli nedenlerle olmadı. O nedenlerin de ta amına koyayım. Olsun benim suçum. Gideydin derler adama. Gidemedim. Bir şekilde kaldım işte.
Neyse, sonuçta şunu diyecektim. Tüm bu yazdıklarım, aslında şu fikirden yola çıkarak aklıma geldi. Yani yemek yaparken aklımda şu fikir geziyordu:
“Ulan, şu an bir marka kuruyor olsam, ismini “Hayvan oğlu hayvan” koyarım ve çok da harika tepkiler alırım. Ne iş yaparsan yap bununla. Burgerci olur, Youtuber olur, tişört markası olur. Kısaca HOH! derim hatta. “Yeni nesil gençlere” diye de slogan basarım. Böyle ayı gibi HOH! HOH! HOH! sesleri eşliğinde reklamlar yaparım. Büyük bir kitle tarafından sahiplenilir. Ensesi 3 kat olmuş, baygın bakışlı, mafya traşlı tüm gençler ve onların sevgilileri bende. Ülkenin %88’i yani :) Paraya da para demem, başka bir şey derim, şuan bilmiyorum ne derim. Ama para demem.
O yüzden hepinizi sevgiyle öperken, kendinize çok mukayyet olmanızı diliyorum.
15-25 arası hem hayatın, hem kendimin içindeydim. 25-35 arası hayatın direkt içindeydim. 35’ten sonra hayatın içinden tamamen çıktım, kendi içime de tam giremedim. Boşlukta göt gibi kaldım.
Şimdi hayattan, güncelden bu kadar kopmuş olmak bi tık endişelendiriyor. Bazen bi ufak özlem duyuyorum. Ama ne zaman tatmaya kalksam, 20 yıl önce bırakılmış sigara ya da sevgili gibi, zehir tadı geliyor.
Vaziyet iyi değil, bu huyun sonu hayırlı değil. Tasvip edilecek iş değil, gollerini hissetmeye başlarım gibi geliyor. Yakında kendi içime iyice girerim, bakalım o ne verecek.
Şu anda bu kısmı okuyan ileri düzey bir girişimci, kodaman, yönetici vs., yani bu işlerde görmüş geçirmiş büyük balıklar muhtemelen kahkahalarla güler. En hafifinden sırıtır. “O işler öyle olmaz” diye düşünür. Fakat onlara cevabını çok iyi bildiğim bir sorum var: Daha önce bir şirketi %100 dürüst bir şekilde yönetmeyi denedin mi?
Hayır, denemediler. Hiç denemedikleri ve dolayısıyla “deneyimlemedikleri” bir konu hakkında çok net bir fikre sahipler. “O işler öyle olmaz!” Hasiktir ordan :) Olmaz değil, sen dürüst olamazsın, çünkü sen dürüst değilsin. Gerçekte dürüst biri değilsin ve bu yüzden dünyanın da dürüst olabileceğine inancın yok. Bu yüzden de senin kurduğun şirket dürüst değil. Konu bundan ibaret.
Daha da kötüsü, yaptıkları her projeyle yeni gelen tüm girişimcilere de bunu aşılamış oluyorlar. Gençler bunu gördükçe, dünya düzeninin de bu olduğunu düşünüyorlar. Bunun en ağababaları tabii ki tekelleşmiş GSM operatörleri, bankalar vs. Ama sanmayın ki hep büyükler. 7 to 70, alayı böyle. Mesela en acıklısı sağlık alanında. İnsanlara pisikolog, doktor vs sağlayan yeni nesil girişimler var. Sitelerinde binbir içerik var ve %90’ı yalan. Baştan aşağı yalan. Şu kadar müşterimiz var, şu kadar mutlu müşterimiz var! Yalan! Şu kadar kişiye yardımcı olduk! Yalan! Hizmet alanların %10’u memnun mu, bilmiyoruz :) Tüm doktorların puanı 5! 4,7 bile yok :) Doktorlar yorumları satın alıyor, bakın burada paketlerin linki var: https://biyorum.com.tr/doktor-takvimi-yorum/ Sitenin sahibi bunu bilmiyor mu? Ben biliyorum, ama o bilmiyor mu? Tabii ki biliyor. Ama kalkıp “Yahu benim sitedeki doktorların %90’ı aslında 5 puanlık değil” dese, o zaman ne doktor gelir, ne çark döner, değil mi? İşte, çark dönsün. O kodumun çarkı dönsün de, kime ne olursa olsun. Benim cebim şişsin de, kim yanarsa yansın.
İşte ben bu düzenden nefret ettim. Ama bi sik değişmeyecek, biliyorum. Dünyanın zaten %90’ı böyle, biliyorum. Bu düzen değişsin, aman dünyada devrim olsun diye bir idealim yok. Eskiden vardı ama artık yok, çünkü 2 sikik paragraf yazdım diye olmayacak bunlar, biliyorum. Ben yazıyorum çünkü tek derdim; en azından kendim gibilerle yan yana gelebileyim, kendi küçük dünyamda, kendi temiz insanlarımla sohbetimi, alışverişimi, karşılıklı sevgimi, saygımı alıp verebileyim. En azından bunu yapabilirim. Yoksa kalbi kirlenmiş insanları değiştiremezsin, “İnsanoğlu çiğ süt emmiştir” diyen insanları değiştiremezsin. 8 milyar manyağı tek tek ikna edemezsin. Ayrıca eğer size biri “İnsanoğlu çiğ süt emmiştir” diyorsa, bilin ki aslında kendisi emmiştir. Kişi kendinden bilir işi. Ama gerçek bu değil. Herkes çiğ süt emmiş değildir.
Velhasıl, ben projelerimde sonuna kadar dürüst olunduğunda, olan biten apaçık, abartısız, süslemesiz, yalansız anlatıldığında huzurlu olabiliyorum. Kafamı yastığa koyuyorum ve tertemiz uyuyorum. Yakınlarım bilir, günde en az 8 saat huzurlu uyurum ben. Sebebi bu.
Peki, şimdiye kadar %100 bunu başardım mı? Hayır. Zira tek başıma değildim; her şeyi yeni tecrübe ediyordum. Olabilmek için elimden geleni yaptım. Bayağı da olduk aslında. Her şeye rağmen, Türkiye’nin en dürüst markalarından birini yarattık. Şimdi nasıldır bilemem, zira kocaman adam oldu. Ama şimdi artık tecrübe edinmiş biri olarak konuşuyorum, bundan sonra yapacaklarımdan bahsediyorum.
Son zamanlar “yeni bir şey yapmayacak mısın?” diye soran, mesaj atan, her karşılaşmada “ee hadi” diyen çok oluyor. O zaman Kaft’ı kurana kadar geçen süreden kısaca bahsedeyim, belki fikir verir;
Kaft’ı açtığımızda, marka tasarımının 2 yıl sürdüğünü yazdık. Doğru da. Ama o sadece marka tasarımı. Kaft’ın ilk cenin halinden, doğumuna geçen sürede yolda bir ton şey oldu. Öyle 2 yıl falan sürmedi. Anlatayım:
2005
yılında, yani 19 yaşımdayken, evde kendi kendime el yapımı tişörtler yapardım. Bursa’da çalıştığım reklam ajansında, internette gezerken karşılaştığım “Threadless” markası aklımı başımdan aldı. Patron’a gidip “abi böyle bir iş yapsak ya, sende para var, ben de geri kalanı yaparım ✊” dedim. “Olmaz o iş 👎” dedi. “Peki” dedim.
Ama ilk sperm zihnime düştü bir kere…
2007
yılında İstanbul’a taşındım. Çalıştığım ajanstan arkadaşım Deniz’e açtım konuyu. Ufak tefek taslaklar ve olası site tasarımını paylaştım. Pek yanaşmadı, aklına yatmadı. “Peki” dedim.
2008
yıllarında aynı ajanstan dostum Alper’e konuyu açtım. Alper yazılımcıydı, genius bir çocuktu, “güçleri birleştirelim şu işi yapalım” dedim. İlk kez onun aklına yattı ve kolları sıvadık. Yaşlar 22. Baya ilerledik, tasarımlar, web siteleri vs. Markanın ismi “Zi-Shirt” olacaktı…
Olamadı. Gençtik, heyecanlaydık, depresyondaydık. Bir noktada patladık.
2009
Ama ben hala devam etmek istiyodum. Marka kimliğine kafayı takmıştım. Karakterini yazıp logo çalışıyordum. Gelecekte Kaft’ın logosu olacak olan “makas” simgesi ilk kez ortaya çıktı. Kenara not ettim.
2010
baktım kimseyi bulamıyorum, gemileri yakıp, ajansı da, kariyeri de, her şeyi bırakıp, “tek başıma bu işe giriyorum ✊” dedim. Yaş 24. Ciddi hazırlıklara başladım, ismi buldum ve 20 Ekim 2010 günü ilk kez Facebook profilimde “Kaft” yazdım ve marka doğdu.
29 Kasım 2010 günü, 600 adet tshirt ilk kez Bursa’ya, annemin evine geldi.
2010 - 2011
Yolda hala yanıma yoldaş arıyordum. Kardeşim kadar sevdiğim Onur’a gittim, “gel beraber yapalım” dedim. Bir şekilde kabul etmedi
Ev arkadaşım ve dostum Cem’e söyledim. “Olm sen de katıl beraber yapalım”, okulu vardı vs aklına yatmadı.
2011
Gereken her şeyi yaptım, ufak tefek satışlar başladı ama web sitesi istediğim gibi olamıyordu. Tişörtleri elden veya pazar yerlerinde satıyordum :) O yıllarda yapay zeka ile 5dk’da web sitesi yapılmıyordu. Bir türlü tam anlamıyla başlayamadım.
ve Emir Alp dostumla tanıştım, o da yazılımcı ve genius bir çocuktu, bu kez o “gel ortak olalım” dedi. 3 ay çabaladık, ama başka dertler çıktı, patladık.
2011
En sonunda 2006’dan beri tanıdığım abim Özgür’e gittim. Yazılım ajansı vardı. Projeyi sundum, “e-ticaret sitesi lazım abi” dedim. Onlar da “Abicim bizim fiyatlar sana ağır gelir, gel biz ortak olalım dedi” ve bu kez olaylar başladı…
Sonuç olarak ilk tohumun düşmesi 2005, tam olarak başlaması 2011, yani tam 6 yıl, toplamda 6 farklı kapı çalınıp, 7. kapıda gerçekleşmiş bir hayal.
Buradan 2 sonuç çıkıyor dostlar;
1- Yeni girişimci arkadaşlara; Olmadı diye pes etmek yok.
2- Yeni girişimlerim için hiç ama hiç acelem yok. Sakin sakin, tatlı tatlı arkada dantellerimi örüyorum. Günü ve zamanı geldiğinde her şey olur. Yeter ki sağlık olsun.
Ama hiç bir zaman, bir daha böyle büyük bir topa girmem. Büyüme derdi olan markalarla sağlık olmaz. Aslında her şeyini kaybedersin ama farkında olmazsın. Az aşım, şahane başım.
Tiryakilik seviyesinde bağımlılığı olan insanların hayatları 2-3-5 kat daha yavaş akıyor. İlerleyemiyorlar. Sürekli paçalarından çeken bir kakaları var çünkü. Her an aksıyor, yarım kalıyorlar. Bağımlılıklar çok çeşitlidir; sigaraya, oyuna, insana, yemeğe. 2024 şubat itibariyle net bir karar aldım: Bağımlılıkları olan biriyle yola çıkılmaz, tatile gidilmez, ortak işe girilmez. Yapmayacağım bu hataları
Okyanusun en derinlerinde keşfedilen tuhaf canlılar gibi, kendi ışığımı üretmeyi, kendi formumu belirlemeyi, istediğim zaman görünüp kaybolmayı çok seviyordum.
Yüzeye çekildiğimden beri çok mutsuzum. Kimse zorla çekmedi tabii, sadece ısrar edildi. 3-5-27 derken biyerden sonra hayır diyemedim.
Ama burada her yer ışık, herkes aynı, kimse kendine ait değil, herkes cesaretsiz, aynı fikirler, aynı renkler, aynı sesler.
Daha fazla numara yapamıcam. Ben dümeni yeniden aşağı kırıyorum. Kendi sürüme, kendi sürümüme doğru 👋🦑
Hayatımın ilk stadyumda maç izleme tecrübesi 2001 yılı, yaş 15. Bursaspor - Galatasaray maçı. Maç 5-0 bitti. Ben Galatasaray’lıydım. Hagi’yi görürüm diye gitmiştim ama yedeklerde bile yoktu, Serkan Aykut’u falan izlemek durumunda kaldım. Üstüne 5 yedik, benim oturduğum yer buz kesti, iyi geldi.
Sonra İstanbul’a yerleştiğimde, 2005’te Fenerbahçe - Milan maçına bedava bilet denk geldi, gittim. Fener 4-0 yenildi, hepsini Shevchenko attı. Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim, sonra sevindim. Hatta bir ara keyiften dört köşe oldum, zira; Maldini, Nesta, Rui Costa, Seedorf, Kaka... 😬
Son olarak 2007 gibi Ali Sami Yen stadına, aktivite olsun diye bir maça gittim. Rakip kimdi hatırlamıyorum. Maç 0-0 bitti 😤 bok gibi de oyun. Ondan sonra “ben stada gelince olmuyor” totemiyle stadta maç izlemeyi bıraktım. Ardından komple Türk futbolunu bıraktım, bir daha hiç izlemedim. Terim, Arda marda üfff, nasıl izlenir ki :(
15 yıldır İngiltere Premier Lig’ini takip ediyorum. Çok zevk alıyorum. Hatta baya tutkuluyum. Seyircisinin kalitesini biliyorum. Bir gün stadta o atmosferi koklamayı hayal ederdim ve haftasonu soft bir başlangıç ile gerçek oldu. Fulham - Bournemouth maçı. Harika bir deneyimdi.. Bu vesileyle buradan tüm halaların anneler gününü kutlarım
Artık yeni nesile Good Vibes Only pompalanıyor. Her an her durumda, sadece iyi enerji kabul görüyor. Aksi durumda sistem dışısın. Bir derdin mi var, anlatma. Kötü duruma düştün veya kötü mü hissediyorsun, o zaman uzaklaş. Derin bir acını mı keşfettin çözdün, olsun, belki felsefe yapacak olsak da kendine sakla.
Çünkü sadece güzel anların bombalandığı ekranlarda kimsenin gerçek hisleri konuşmaya zamanı yok, iyi hayatlar hızla önümüzde akıp dururken, acı çekmenin sırası değil.
Aslında olan şey şu; Yeni nesil -geçmişteki tüm yeni nesiller gibi- kendi sikik dünya düzenini hazırlıyor. Bu kez çalışmadan aniden zengin olmanın, sadece güzelin güçlünün Musk’ın konuşulduğu bir dünya görmek istiyorlar, kendilerinden önceki nesle bakarak böyle bir karar aldılar ilerliyorlar, taa ki kendileri de aynı duvara toslayana, kendi seçimlerinin başlarına açtığı belaları görene kadar devam edecekler.
Baştan hangi tarafa göz kırpacağımı bilemedim, genç hissetmek istedim, yeni söylemlere önem verdim. Fakat şimdi midem bulanmaya başladı. Kimsenin derdinin önemsenmediği bi dünyada yaşamaktansa kendi neslimin acılarını çekerim, zira göz kırpmaya çalıştığım yeni nesil de zamanı gelince bunu yapacak. O zaman yarı yolda kalacaksam ben niye kendi zamanımı kaçırayım?
Tarih tekerrürden, devranlardan, kainat durmadan dönerek ilerleyen bir sistemden ibaretken, yeniye duyduğum heyecanı bir tık dizginlemem gerektiğini farkettim. Kimileri buna yaşlanmak diyor. Bana kalırsa hayatının kıymetini anlamak
Sohbetin bir anlamı olması gerekir mi? Öylesine mi yapılır? Yan yana geldik diye, mecburiyetten midir? Kendini tatmin midir? Dinlememek için midir? Zaman öldürmek midir? Kulaktan dolma bir kaç sikik bilgiyle, dünyayı kurtarmaya çalışmak mıdır? Pisliklerini dökmek, onun bunun arkasından yağdırıp rahatlamak mıdır?
Masada acilen bitmek için bekleyen bira, dolmuş taşmış küllükler, soldan dönmesi gecikince arkadaşların arasını açan cigaralı bu gıybet ortamlarında, sohbetin gerçek anlamı nedir? Ne için yapılır?
Yoruldum boş sohbetlerden. Böyle olduktan sonra olmasın daha iyi. İhtiyaç olan başka, ihtiyaç olan; aradan nefsin çıktığı ve evrenin ayan olduğu bir ortamda, sadece düşüncelerin ve ihtimallerin ağızdan çıktığı, çıkanı soldakinin alıp, evirip çevirip bir yere taşıması. Merak olmalı, soru sorulmalı, olabilir mi denmeli, olabilirini konuşmalı. Yoksa sikmişim geçmişte yapılan bir yanlışı da, erdoğanı da, içkiliydi bilmemnede ne çıktığını da.
Enis diye bir çocukluk arkadaşım vardı. Birlikte büyüdük. İlk müziğimizi beraber yaptık. O gitarda ustalaşırdı, ben resimde. Ailelerimiz bize sürekli bok atardı. Olm şarkıcı mı olucan, olm bu resimler ne, neden sürekli böyle adamlar çiziyosun vs bilinçsiz, cahil aile baskısı.
Sonra yaşlar 18’e yaklaşırken konuştuk, kaçalım dedik, aileden uzakta, başka yerde bize daha uygun bi dünya vardır kesin. Ben kaçtım. İstediğim şeyleri yapmanın peşinde koştum. Yüzde yüz olmasa da başardım, en azından kafam rahattı baskı konusunda. O kaçmadı, evde kalmayı tercih etti. Şimdi fabrika işçisi olmuş. Tazminatını vereceklerini bilse, ayrılıp bir iş kurarmış. Bence muhtemelen oradan emekli olacak.
Velhasılı, illa baba, aile figürü vs. değil, ne konuştuğunu bilmeyen cahil bir büyüğün / otoritenin altında, yaratıcı insanların serpilmesine imkan yoktur. Öyle insanların yanında sadece ezik olursun, çünkü onların komut verebileceği eziklere ihtiyacı vardır. Acıklı olan bu… Kim bilir kaç ruh daha doğmadan yok oldu böyle.
Şimdi gelelim bugüne. Ben kaçtığımı sandım ama anlaşılan bu yolculuk hiç bitmiyor. O figürler hiç peşini bırakmıyor. Yenileri geliyor. Şimdi döngü tekrarlanacak gibi görünüyor. Şimdi de 2. bir kaçış lazım. Enis’i tekrar edemem. Neyse ki tecrübeliyim. Yeni bir kaçış ve yeni bir başlangıca varım. Amarıga’yı yeniden keşfetmek gibisi yok amk. En sevdiğim!
Uykuda başıma ne geliyosa artık; sabah kalktığımda şarkılarla, danslarla, çıldırarak başladığım günün sonunda, umutsuz, boşvermiş halde tekrar uykuya dalıyorum. Sonra tekrar kalk, hoop; aynı! Döngüye bak arkadaş...
Sonra farkettim ki mezarlıkta dans eden bi deliymişim. Kalkmış ölüleri eğlendirmeye, mutlu etmeye çalışıyorum. Ölüleri diriltemezsin ki, onlar öyle mutlu, onlar güzel, onlar mis.
Son bi su dökeyimde çıkayım artık...
İçtiğimdeki halimi beyin / patron, normal halimi işçi gibi hissediyorum. Şu anlama geliyor; iyi fikirleri, yaratıcı fikirleri içtiğim zaman üretebiliyorum. İçtiğimde çok daha cesaretli kararlar alıp, cesaretli fikirler üretebiliyorum. Bugüne kadar öyle anlarda çıkan fikirlerin hepsi beni iyiye götürdü.
Normal zamanlarsa, içtiğimde aldığım kararları ayık kafayla uygulama zamanları. Ayıkken sadece planlama programlama yapmak, rutinleri temizlemek, operasyonel işlere bakmak gibi şeyler yapıyorum. Bu yüzden de normal halim bir işçi gibi, akşamdan verilen görevleri yerine getiriyor.
Açıkçası normal halimi artık gerçek benliğim gibi hissedemiyorum. Keyif aldığım kişiliğim içkili halim. Alkolik mi oldum, ne yaptım? Ama öyle olsam sürekli isterim. 3 hafta içmesem gıkım çıkmıyor. Demek ki ney? İşkolik mi oldum, ne yaptım? Ama öyle olsam haftada 2 gün tatil yapıyorum? Dingoz mu oldum ben? Ne oldum dememeliyim. Ne biçim oldum diyebilmeliyim.
Kainatın yaşına göre 1 saniye bile sayılmayacak şu 60 yıllık hayatlarımıza ne büyük anlamlar yüklüyoruz. Herkes sanki 20.000 yıl sonra hala hatırlanacakmış beklentisinde.
Kurtaramıyoruz hafız kodum dünyasını. Yaptığımız hiç bi hareket kelebek etkisi yaratmayacak, yaratsa bile 50.000 yıl sürmez, hadi sürdü amk, 250.000 yıl sürmez. Sonu var mı? Nasıl farkında değiliz bunun? Devranın sikinde değiliz, ama hepimiz kahramanız.
Arkadaş lüksü de seviyorum, fakirliği de. Hayvanı da seviyorum, onu yemeyi de. Sporu da seviyorum, birayı da. Aşkı da seviyorum, özgürlüğü de. Doğayı da seviyorum, dermanım yoksa çöpü yere atmayı da. Mükemmeli de seviyorum, niye sevmeyim, niye aramayım ki onu? Her şeyin boktanına kanaat getirip mi gideyim? Ne sikim anladık o hayattan? En lezzetli meyveyi yemeyim mi, olabilecek en kaliteli şarabı tatmayım mı? Senin Fizan'a gidecek götün yok diye, ben gidip bulmayım mı onu?
Kainatın hacmine baksan, bir hücre kadar etmeyecek kadar alanda yaktık bütün hayatlarımızı. Ne kavramlar, ne ünvanlar, ne hayatlar, he aslanım be. Üstüne bide "siktiret abi, eğlen coş" diyene de "deli" dedik ya. Var mı bizden daha aslan parçası?
Yaşa lan, yaşa. Yaşa sadece. Nefesini al-ver, gül, enerji saç ve siktir git, daha fazlasını yapabileceğini düşünüyosan ölmeyi bekleme, hemen siktir git bence. Kendini de, bizi de yorma. Ne tüm insanlığın aklını başına getirebilirsin, ne kesimhanedeki koyunu kurtarabilirsin, ne yan komşunu, ne de dünyayı. Ya hepsi bi kenara, yaşadığın süre boyunca kendini bile kurtarabiliyo musun be koduğum, bi bak bakalım. Hayatının kaçta kaçını mutlu geçirdin? Hesaplasan aklını kaçırırsın!
Şevki Orhan, 1966