Fikir
İlgilendiğim dünyalarla ilgili bazı fikirlerim var.
Bir şeyin, mesela bir eserin, bir objenin, bir fontun, güzel olup olmadığını; ona bakmadığımda daha iyi anlayabiliyorum.
Gözlerimi farklı bir yere çevirdiğimde, ama bir şekilde hala o nesneyi görebildiğim o an... İşte o an bir şeyin gerçekten güzel olup olmadığını ilginç şekilde hissediyorsun.
Hasss, olm bu acaba nesnelerin gözlemlendiğinde hal değiştirmesiyle mi ilgili? Gözlemlenmediğinde bir şeyin gerçek hali mi çıkıyor ortaya?
Aaaa, bak olm öyle bi durum mu var acaba gerçekten? Sana da oluyo mu? oluyosa yaz bana bi yerden, konuşalım bunu
20’lerin havalı olma ihtiyacını şimdi anlıyorum...
Cepte para yok, kafada bilgi yok, geçmiş tecrübe yok, bi başarı yok. Var olduğunu hissedebilmek için elden gelen tek şey; olduğundan daha havalı görünmek gibi görünüyor. Anlaşılabilir bir şey. Çoğu ergen fazla çözüm bulamayıp, bu çözüme yöneliyo
40’lar bu anlamda çok keyifli geliyo kulağa; havalı olmanı gerektirecek bir şey yok, zaten havalısın. Zaten bunların hepsine sahipsin. Değilsen başka mesele, o zaman zaten gençliğin sırf havayla geçmiş demektir
Ama 40’larında havalı olmaya çalışmak çok acıklı. Hala ergenlikte kalmış ve yapman gerekenleri yapamamışsın demektir. Mi? Değil mi? e nasıl o zaman sence? konuşalım bunu
Yaş 18’den 24’e ilerlerken (2004-2010) “global çapta” bir iyileşme dalgası vardı. Dürüst olalım, saygılı olalım, doğayı koruyalım, cinsiyetçiliği, ırkları vs bırakalım akımı başlamıştı.
İş dünyasında da eski tip patronculuğun biteceğini, yerine samimiyetin ve saygının geleceğini, özgür ofislerin oluşacağını gördüm. Türkiye de bunu ucundan yakalamıştı, takip ediyordu.
Bu akımı önceden hisseden bir gençtim. İçinde olmak istedim. Hayatımı, kişiliğimi ve dolayısıyla yapacağım işi buna göre kurguladım. Kararımı verdim, kendi çağıma ayak uyduracaktım. Tabuları yıkmaya başladım, denenmemiş şeyleri denedim. Ofisi özgürleştirdim, komutan tipi patronculuk oynamadım, doğayı korumaya, karbon ayak izime bile dikkat etmeye başladım.
Dünya global çapta bu akıma devam etti, daha da geliştirdi, sistemi büyük oranda oturttu. Artık bir devrim yaşandı ve gelecek nesiller buna göre şekillenecek. Fakat Türkiye… Türkiye, taa ki Gezi’ye kadar bu akımın içindeydi. Fakat Gezi’den sonra bayır aşağı yuvarlanmaya başladı. Hükümetin zaten önceden kafasında olan plan, agresif şekilde uygulanmaya başladı. Sosyal çürüme başladı. Önce yeni akımdan elde edilen tüm kazanımlar bırakıldı, sonra mafyatik düzene geçildi, orman kanunları işlemeye başladı. Kabalık, hırsızlık, ahlaksızlık, bencillik, hayatta kalma kavramlarına dönüşmeye başladı
Benim gibi kararını ahlaktan yana verenlerse, bu toplumda nasıl hayatta kalacağını bilemez halde, göt gibi ortada kaldı. Kazanılan hiç bir erdem çalışmıyor. Bu erdemlerle saygı göremezsin, para kazanamazsın, eş bulamazsın, üreyemezsin. Yani doğal seçilim sürecinde sıçtın bittin.
En güzel yol, dünyaya açılmak, kendi erdemlerine ve ahlakına göre insanlarla bir arada yaşamaktı. Ama o da çeşitli nedenlerle olmadı. O nedenlerin de ta yanına koyayım. Ama benim suçum. Gideydin derler adama. Gidemedim. Bir şekilde kaldım işte.
Neyse, sonuçta şunu diyecektim. Tüm bu yazdıklarım, aslında şu fikirden yola çıkarak aklıma geldi. Yani yemek yaparken aklımda şu fikir geziyordu: “Ulan, şu an bir marka kuruyor olsam, ismini “Hayvan oğlu hayvan” koyarım ve çok da harika tepkiler alırım. Ne iş yaparsan yap bununla. Burgerci olur, Youtuber olur, kulaklık markası olur. Kısaca HOH! derim hatta. “Yeni nesil gençlere” diye de slogan basarım. Böyle ayı gibi HOH! HOH! HOH! sesleri eşliğinde reklamlar yaparım. Büyük bir kitle tarafından sahiplenilir. Ensesi 3 kat olmuş, baygın bakışlı, mafya traşlı tüm gençler ve onların sevgilileri bende. Ülkenin %88’i yani :) Paraya da para demem, başka bir şey derim, şuan bilmiyorum ne derim. Ama para demem.
O yüzden hepinizi sevgiyle öperken, kendinize çok mukayyet olmanızı diliyorum.
Artık farklı olma değil, kendin olma devri.
Eskiden tek bir yol varmış gibi, herkes aynıydı. Araçlar gelişmemişti, dünyanın diğer ucuna bu kadar hızlı ulaşılmıyordu. Farklı olmak gerekiyordu
Şimdi imkanlar geniş, işi yapmak kolay, ve herkes farklı olma peşinde. Her devir, bir sonraki devrini yaratır. Önceki farklı olma devri, şimdi kendin olma devrini yarattı
Artık yeni sorumuz; diğerlerinden nasıl farklı olabilirim değil. Ben tam olarak kimim, kendimi nasıl dürüst şekilde ortaya koyabilirim?
Aslında kadim dini kitapların, kadim bilgelerin aktardığı hikayelerin, atasözlerinin, kuran vs, bin yıldır anlatmaya çalıştığı şeyleri, şimdi parça parça, başlık başlık anlatma çabasından başka bir şey değil gibi görünüyor.
Kabul etme terapisi var mesela. Kadim bilgelikten sadece tek bir başlıktır kendisi. Ama şimdi, tek başına ele alınan bir metoda dönüştü.
Affetme terapisi. O koca kitaplardaki, binlerce başlıktan sadece bir tanesi. Ama şimdi bir psikoloji dalı neredeyse. Sadece affetme üzerine “workshop”lar düzenleniyor. Katılım ücretsiz değil tabii ki, takribi 5000 TL
Zamanında oturup kulak asmadık, kitapları açıp o metinleri anlamaya götümüz yetmedi, zaman ayırıp yarım saat düşünmedik. Şimdi her bir başlığı hap haline getirip, ağzımıza ağzımıza 5’er bin liradan sokacaklar tabii ki.
Tabii. Ya ne sandıydın... Hayır yani ne olmasını bekliyodun ki?
Bitki > Hayvan > İnsan... Döngüsü
Ben artık İnsan > Hayvan > Bitki hiyerarşisinin tam ters olması gerektiğine inanmaya başladım.
İnsan kendini tüm canlılardan üstün tutuyor. Bizim kafadaki hiyerarşiye göre en gelişmiş canlı türü biziz. Bizden sonra hayvanlar geliyor. Onlar bizim gibi konuşup düşünemiyorlar, gelecek planlayamıyor, ya da mühendislik yapamıyorlar. Yaratıcı değiller bi kere, biz yaratabiliyoruz.
Hayvanlardan sonra da bitkiler var. Öylece yerinde durup duran, ortamı yeşillendiren varlıklar. Bazılarımız bitkilerin canlı olduğunun farkında ve aralarında bir bağ bile oluşmuş. Evde çiçek besleyenler, çiftçiler vs. Bazılarmızsa bitkilerin canlı olduğunun bile farkıda değil, henüz eşyalarla bitkilerin farkını ayırt edemeyen insanlar da var.
Daha tabii bu işin bakterisi, virüsü, atom seviyesi derken dibe doğru gidilebilir ama ben şimdilik yüzeyden bakarak, bu 3 canlı türünde kalacağım.
Yıllardır çevremi ve bu 3 canlıyı gözlerken hep sorguladım. Gerçekten üstün müyüz? Bunu o kadar çok sorguladım ki, en sonunda kendime verdiğim cevaplardan kala kala elimde bu kaldı: Bitkiler, bilimsel açıdan da, spritüel açıdan da yaşamın en üst seviyesi. Fakat insanın kibri, bunu anlamaya engel
Konuyu açalım:
En sık ilişki kurduğumuz hayvanlardan başlayayım. Kediler ve köpekler bizimle aynı temel içgüdüye sahip; Hayatta kalmak. ve ardından gelen en önemli diğer temel içgüdümüz de aynı; olaylar karşısında savaş-kaç tepkisi. Fakat geri kalan noktalarda ayrışmaya başlıyoruz.
Biz hayatta kalmak için, kendimizce çok ama çok karmaşık sistemler üretmeye başladık. Sesli iletişimi deniyoruz. Hayaller kuruyoruz ve topluca bir şeylere inanmayı tercih edebiliyoruz, ve çok daha karmaşıkları….
Fakat bu aynı zamanda bizim lanetimiz gibi görünüyor. Her şeyden üstünüz, ama her şeyden ve herkesten daha mutsuzuz. İnsanlığın çok çok azınlık bir kısmı mutlu “gibi” görünebiliyor. Kalan çoğunluk ise sürekli bir huzursuzluğun içinde.
Temelde şunu söylemeye çalışıyorum. En zeki biziz ama hepimizin çok zorlandığı aşikar. Bu kadar zeki olup da bu kadar aptalca acılar çekmek bir çelişki. İnsanların arzuladığı ama yapamadığı şeyleri hayvanlar yapıyor. Örnekler:
Mesela konuşamıyorlar diyoruz. Fakat konuşuyorlar. Kendi aralarında gayet güzel konuşuyorlar. İletişim kurup bilgi alış-verişi yapıyorlar. Sadece bizimle aynı şekilde değil. Seslerle değil, kokularla. Ağızlarıyla değil, burunlarıyla… Temelde daha direkt ve yalansız iletişim
Kıyafet ihtiyacı olmaması, bir çok sektörün doğmamasına ve gereksiz ağır işlerin olmamasına kadar giden inanılmaz bir domino...
Barınma ihtiyacının o kadar da önemli olmaması.
Anda kalamamak, sürekli gelecek endişesi yaşamak...
Hayvanlar da bitkilere bu gözle bakıyorsa eğer? Neticede organik canlılar ve bir şekilde yaşamda yerleri var. Ama sadece duruyorlar, sadece varoluyorlar. Belki de yaşamın en üst formu budur. En aşağı formu ise bizim gibi vır vır vır konuşup, yazıp, koşuşturmaktır…
...gibi şeyler dönüyo kafamda. Daha tam oturmadı. Zamanla oturucak, oturdukça burayı da güncellerim. Ya da sen de bi düşün, aklına bişi gelirse haberle beni, bi konuşalım bunu çünkü çok sıkıntılı bi konu bu. Bu şekilde devam edemeyiz
Olduk. Artık Mark yerine biz, insanları daha fazla ekranda tutacak işler yapıyoruz. Zihnimiz tamamen buna odaklı çalışmaya başladı
Maske üreten bir adam, maskelerini jpg olarak sergilemektense, arka arkaya kısa videolarını çekip birleştirip, daha ekrana bakakalır hale getiriyor
https://www.instagram.com/reel/C5_6KFILeXE/?igsh=cW1vZnIzbzA5Z25m
Dijital Ressamlar bile resminin tamamlanmış halini değil, yapım aşamasını başından itibaren video yapıp koyuyor, biz de 1-2dk onu izliyoruz. Bitmiş resme bakmak yerine
https://www.instagram.com/reel/C7Ou16Zym7Z/?igsh=N3ppeGxrdzBoNjQ1
Zuckerberg de bizi izliyor, keyifle, kahkahalarla. Benim kullarım, benim mallarım, ne de güzel ekrana kitleniyorlar diyor
Size şimdi bir uyuşturucu maddeden bahsedeceğim, bakalım hangisi olduğunu bilebilecek misiniz?
Kullanım durumuna bağlı olarak kafası 1-4 saat arası gidiyor. Bazen güldürüyor, durup durup kaka kiki gülüyorsun, bazen bir şeyleri sorgulatıyor. Bazen yaratıcılığını arttırıyor, bazen beton gibi boş bakıyorsun. Uzun süre kullanımdan sonra paranoyalar, odaklanma sorunları, dikkat eksikliği vb şeyler yapabiliyor
Eveeett, bildiniiizzzzz!
Doğru cevap:
INSTAGRAMMMM
🥳🎉
Gerçek hayatta sürekli bir yerden bir yerlere taşındığımız yetmiyormuş gibi, internette de sürekli bir yerlere taşınmaktan yorulmaya başladım. Meslek icabı, evvela Deviantart'ı takip ediyorduk, ordan Behance’te kendime takip edilecek sanatçılar bulup koleksiyonlar oluşturmuştum, sonra Facebook geldi "o adamlar bizde sayfa açtı" dedi, onu da takip ettik, fotoğraf albümleri oluşturduk. Şimdi instagram'a her gün 1000 tane sanatçı ekleniyor, hepsine yetişmeye çalışıyoruz, yine takipte bulduk 1000’leri.
Kişisel zevklerle ilgili de durum aynı. Designinspration, Pinterest, Tumblr derken neyi nerde toplayacağımızı şaşırdık. Şimdi yarın öbürgün Instagram “ben bitiyorum aga” dediğinde, o sıra kendimize çoktan yeni bi takip cihazı bulmuş olacağız. Bu sefer de tüm malı mülkü orada bulmaya, takip etmeye çalışacağız. Kimse de demicek ki "ne oldu benim bütün emeklerim, saatlerim?"
Müzikte de aynı vaziyet, ilk zamanlar Lastfm’de mis gibi like'larım vardı, sonra Groveshark’ta harika listeler yapmıştım. Lan Fizy miydi, Deezer mıydı daha iyi derken, bi baktım Spotify’da tüm müzik hayatımı sıfırdan kuruyorum. E noldu Groveshark’ta, Lastfm’de harcadığın saatler. Haydi hepsini bi daha bul.
Sizce ne kadar daha devam edecek bu durum? Ne kadar daha katlanılacak buna? Yoksa bu bir "tek eller" dünyasına giriş provası mı? Birileri yeni keşifler yaparken, birileri onu takip edip geliştirmeye çalışırken, günün birinde biri gelip tüm fikirlerin üzerine çöküp, bu konuda "tek el benim" mi diyecek? Google gibi, Apple gibi? Bi gün müzik dinlemek için tek bir kanala mı bağlı olacağız? Tasarım dünyasını tek bir yerden mi takip edeceğiz? TRT’nin tek kanal olduğu yılları aşmak için çabalamamış mıydık, şimdi geri mi dönmeye gayret ediyoruz?
Sonuçları kabul edemiyoruz. Herkes hayatta daha farklı bi yerde olması gerektiğine inanıyor. Davranışlarımız ve seçimlerimiz sonucunda olabileceğimiz tek bir konum, tek bir sonuç var, ama olamayacağımız diğer binlerce seçeneklerde aklımız.
Sınava girmek gibi. 100 sorudan 50'sini doğru yapıyoruz, diğer 50'sinin yanlış olduğu net, kesin, ama daha fazlasını hakettiğimize, 70-80-90 almamız gerektiğine inanıyoruz. Sonucu kabul etmiyoruz. İçinde bulunduğumuz hayatın bizim seçimlerimiz kararlarımız ve davranışlarımızın sonucu olduğunu, olabilecek tek hayatın bu olduğunu kabul etmiyoruz. Sürekli gözümüz dışarıda, suçlu arıyoruz, bizim yüzümüzden bu halde olamayız, eğer o şöyle yapmasaydı, eğer ülke şöyle olsaydı, eğer anne/babam zorlamasaydı... Binlerce bahanemiz var ve hepsinde de kafamıza silah dayadılar. Evet. Tabii.
Üzgünüm ama böyle değil
Araçlar gelişse de, teknoloji süperleşse de, yapay zekalar türese de, insan psikolojisi bazı noktalarda sabit kalıyor.
Eskiden popüler kültür öğrelerini kullanarak bir tasarım yaptığınızda, hemen görünür oluyor, beğeniliyor, paylaşılıyordu. Zaten Andy Warhol da bunun üzerinden bir stil yarattı.
Şimdi elimize AI geçti, ama durum aynı. Nike logolu, McDonalds temalı, Balenciaga’lı işler yaptığınızda oouuww oluyor. Özgün olmaya çalışanlar ise, kendini aradan gösterebilmek için epey mücadele verecekler. Bu mücadele bitmeyecek anlaşılan.
Evet insan değişmiyor. Teknoloji değişiyor. Bunu ayrı bir oturumda ele alacağız.
Atalarımız, zihinler tam olarak gelişmediği dönemde aslında anda yaşıyorlardı. Yani şu an yüzyıldır aradığımız şeyi, tarih öncesinde yapıyorduk. Bugünlere aynı genlerle hatıralarla geldik. Bu yüzden hala anda olma hissini arıyoruz.
Anda olmak aslında sürekli tetikte olmaktır. Aslında gergin olmaktır. Çünkü her an bir tehlike beklersiniz. Belki sadece tehlike değil. Anlık doğru tepki vermek. Ama bu da gerginliktir.
Yani anda olmak sanıldığı gibi huzurlu olma hali olmayabilir. Aksi olabilir. Biz ileriyi ve geriyi yeni beyinlerimiz sayesinde deneyimlemeye başladık
Yemekte yine kendimi tutamadım ve etraftaki masaları dinliyordum. Halbuki can dostum karşımda, bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Arka masada küçücük bir kız, annesine “yemek yapmadan önce bana da sormalısın” dedi. “Yemek seçme hakkım var” dedi. Bence mantıklı. NE güzel dedi. Sonra diğer masaya kulağım takıldı, orada da bir anne-kız olayı vardı. Ergenliğin sonlarındaki bir kız, annesine “seni eve arabayla bırakamam valla, şuradan minibüse bin” dedi. Kadın da sessiz kaldı. O an şunu farkettim;
Bireyselleşiyoruz, bireyselleceğiz. Çocuk psikolojisi, ergen terapisi vs. Zeitgeist bu. Pompalanan bu. Tabii canım, Amerikan kültürü çocukları değil miyiz biz, sike sike bireyselleceğiz, özgürleşeceğiz. Öyle de olmalı. Ok, ama eğer çocuklar bireyselleşecekse, özgür olacaklarsa ve istediklerini yapacaklarsa, aileler de çocuk yapmadan önce 2 kez düşünecekler. Çünkü görünüşe göre çocuk, artık “işe yarayan bir şey” olmaktan çıkıyor, başka bir şeye dönüşüyor. Hmmm. Oldu mu şimdi 🤔
Şark kültüründe çocuk çok avantajlıydı, çünkü üzerinde istediğin hakimiyeti kuruyor, onu sömürüyor, güdebiliyor ve sonunda kendine baktırıyordun. Bunu tabii ki her aile ister, belki kötü niyetle veya bilinçli şekilde değil, düşünmeden içsel olarak ister, istiyordu da. O zamanlar avantajdı ama şimdi bu fikir ıskartaya çıktı. O yüzden “sonuçta bu muameleyi göreceğim, ne gerek var doğurmam, bana faydası yok” noktasına gelebilir mi. Yani ifade özgürlüğü nüfus kaybına yol açar mı?
Demek ki insanların en temel içgüdüsü üremek değilmiş. Fayda sağlayabildiği sürece üremekmiş. İfade özgürlüğünü talep eden nesil, belki de kendi neslini yok edecek olabilir mi?
Reklam ve görsel tasarım camiasında çalışanların birbirine tıpatıp benzedikleri, hepsinin 200 metreden “Tasarımcıyım!” diye bağırdığı geyikleri yeterince anlatıldı. Yine de camiadakiler bundan vazgeçemiyor, alttan gelen yeniler de gelenekleri aynen sürdürüyor. Sanki askere gidenlere verilen kit gibi, tasarımcı kitleri var.
Fakat bundan daha acıklı bir durum var. O çok özendikleri hayatlara girdiklerinde, tasarımcının asıl görevini bilmeden, anlamadan işe başlıyorlar. Hadi onlar öğrenecek, ya koca koca deneyimli reklamcılar?
Yıllarca camianın hem işveren, hem işçi, hem de sanatçı tarafında olan birisi olarak fikirlerimi anlatayım;
Tasarımcılık, hizmet sektöründe olmak demektir. Sanatçıları bir sektöre sokmak gerekirse, olsa olsa perakende sektöründe olmak demektir.
Hizmet sektöründe müşterinin taleplerine kulak vermek zorundasın. Çünkü onun beklediği bir hizmet var. Sen vermezsen, verenini bulur. Kafasına göre saç kesen berbere 2. kez kimse gitmez. Beyaz bir gardırop yaptırmaya gittiğin marangoz, “abla senin odaya siyah yakışır” diye siyah ve farklı ölçüde bir gardırop verirse, o marangoz senden bir daha iş alamaz.
Perakende sektöründe ise ne istersen üretirsin, isteyen alır, istemeyen almaz. Neyi satıp satmayacağın tamamen senin keyfine kalır. Canın çok para kazanmak isterse müşteri taleplerine doğru eğilirsin, gözün toksa kendi bildiğin şekilde ürününü yaparsın, seveni gelir alır.
Tasarımcıysanız, sanatçı gibi davranmaya çalışmayın. Çünkü siz hizmet sektöründesiniz. Aksi yönde davranınca kendinizi de, size ücret ödeyen müşterilerinizi de yorarsınız. Eğer hizmet sektöründe olmak gururunuza dokunuyorsa, o zaman evinizde sanat yapın, sanatçı olun, galerilerde işlerinizi sergileyin, beğenen gelip alsın. Böylece yıllarca bekledikten sonra kim olduğunuzu, ne kadar olduğunuzu da öğrenmiş olursunuz.
Fakat işler yolunda gitmeyip, sanatçı olacak kabiliyetiniz olmadığını anlayıp ajanslara geri dönerseniz, sizden insanca taleplerde bulunan, size ödemenizi tıkır tıkır yapan müşterilerinize ukalalık etmeyin, ihtiyaçlarına göre çözümler bulun, çünkü tasarımcı çözüm bulan kişidir. Bilginizi tecrübenizi işinize katın, ama kendi zevklerinizi karıştırmayın.
Çünkü sizin tamamen kendi dünyanıza ait olan o zevkleriniz, ne müşterilerinizin, ne de bir başkasının umrunda değil. Da Vinci’nin bile ısmarlama çalışmalar yaptığı dünyada, sizin ancak kaprisli bir ergen gibi görüneceğinizi aklınızdan çıkartmayın. Tekrar etmek gerekirse; Da Vinci.
Her ne kadar 20’li yaşlardakiler sakin yaşamak isteyen olgunlarla dalga geçse de,
Metropol denilen sistemler / şehirler, insan doğasına uygun değil. Oralarda yaşayanlar henüz farkındalığını kazanma fırsatı bulamamış gençler ve onların yaşlılıkları. Metropoller, sahip olmak, statü, para, eğlence, teknoloji vb. kurgularla kendi içinde bir fırtına yaratır ve bu gibi konular doğal olarak genç zihinlere ilgi çekici gelir. Kimisi bunun içinde doğar, kimisi bir kaç kilometre yol aşar, kimisi binlerce kilometre öteden kendini bu girdaba sürüklemeye gelir. Hepsi de bir boşluğu doldurma amacıyla; daha çok sahip olmak, daha çok önemsenmek.
Bu fikirleri zihninden atabilenler, çok daha mantıklı bir doğada, çok daha insancıl bir şekilde yaşayıp, yolun sonuna geldiklerinde, çok daha mutlu şekilde ölürler.
Geçen Harari’nin şöyle bir TED konuşmasını izledim. İnsanlara bir çağrısı var. Gelgelelim, bu çağrıya kulak asmalarından çok, tam tersini yapacaklarına inancım çok daha fazla. İsterseniz bir ara bakın;
Ergenlik bitip, kendimi yaratma dönemi geldiğinde özgürlüğün geleceğine inanıp ona göre kendimi programladım. Ne efendi, ne köle olmayacağıma dair kendime söz verdim. Ona göre hayal kurdum, ona göre insan oldum, ona gör iş kurdum, ona göre yaşadım. Bundan da hiç pişman olmadım. Aradan 10 yıl geçti. Artık tahminimin patladığını net olarak anladım. Özgürlük olmayacak. Eşitlik de olmayacak, ki bu ikisinin bir arada olması zaten mantık olarak mümkün değil. Demokrasi dünyayı ele geçirmeyecek. Demokrasi bitiyor. Yerini faşizm alırken, toplum bunu severek, isteyerek, benimseyerek getiriyor. Artık devir saçmalık devri, ciddiyetsizlik devri, anlamsızlık devri, bencillik devri. İnsanlara bir şey katmaya çalışanların değil, herkesle dalga geçenlerin devri. “En çok benim” diyenlerin devri. Her devrin, her dönemin bencillerinden bahsetmiyorum, artık gerçek kötülüğün devri.
Artık renklerin daha da canlanmasının sebebi, yeni markaların daha çok dijital markalar olması. Dijital markalar dijital mecralarda renk paleti açısından daha sınırsız ve cesur olabiliyorlar. Çünkü kendilerini ağırlıkla ekranda görüyoruz ve ekranlarımız pırıl pırıl, cam gibi renklerden oluşuyor
Eski nesil markalar kendilerini sokaklarda gösterebiliyordu. Güneşten solabilen bilboardlarda, bir yolculuk sonunda çamur içinde kalan tır brandalarında, yırtık afişlerde. Günlük hayatta bir gün solgun, bir gün canlı, sürekli değişen ışık, markaları canlı renkler kullanmaktan alıkoydu. Yasak değildi ama en canlı rengi bile ekrandaki gibi göremedi reklamcılığı başlatan o koca nesil.
Artık tamamen neonlardan oluşan web sitelerimiz, sürekli hareket edip değişebilen capcanlı logolarımız var. Artık ekrandayız ve bu fark, bu farkındalık, bu yeni renk paleti imkanı henüz yeni yeni farkediliyor, bu yüzden de yeniliğin heyecanıyla yoğun şekilde kullanılıyor.
Şu an bir heves dönemi. Uzun da sürecek. Belki yepyeni kapılar açacak, fakat yine de bunun bir tercih konusu olduğunu unutmayalım. Hala duygularını soluk, pastel, sepia tonlarda anlatmak isteyenler olacak ve belki de o projenin gerektirdiği de o olacak. Bu yüzden, bu yeni canlı tonlar her ne kadar genel trendi etkilese de, kullanılmadığında bunun adı eski kafalılık değil, tercih olacak
Çocukken insanların gözleri pırıl pırıl gelirdi bana. Akranlarımınki mi öyle gelirdi, yoksa büyük küçük herkesin gözlerinde iyilik mi görürdüm tam hatırlayamıyorum. Hatırlasaydım daha tutarlı bir yazar olabilirdim belki ama kısmet işte.
Şimdiyse memleketin insanlarında bir tuhaflık görüyorum. En çok da gözlerinde. Daha çok erkekleri gözledim, onlardan bahsedicem; Etraf böyle kirli sakallı, belli ki iyi beslenmiş olduğundan hafif tombulcana, kalın enseli erkeklerle doldu. Bu özelliklerde bir sorun yok. Ama bu adamlarda çok pis bir bakış var. Kaşlar ya "sen ve dünya sikimde değil" umursamazlığında yukarı kalkık, ya da "ufacık bir meseleyi, seni öldürmeye vardıracak kadar büyütebilirim" dercesine çatık şekilde.
Bu adamların asıl mekanı kahve köşeleri, varoş işlerin varoş kolları sanabilirsin ama öyle değil. Bu adamlar artık sayıca çok fazla ve her yerdeler. Her yerde! Etraflarına pis pis, baygın baygın bakıyorlar